Spiga

Bana ve Savaşa Dair

Bana ve savaşa dair…

Size bakıyorum.

Size olanca dikkatimi toplayıp, yüzümdeki çocukluğu çizerek bakıyorum. Güneş gözlerimi alıyor. Saçlarımın sarısı ışıkta yıkana yıkana beyaza dönüşüyor. Gördüğünüz gibi bir çocuk sayılmam artık. Dudaklarım büzülmüş, yüzüm gergin. Bana savaştan bahsedeceğinizi anlamış gibiyim. Aslında bu kadar tasalanmanız gerekmezdi.

Biz nice savaşlar gördük.

Şaşırdınız. Sizi anlıyorum. Benim bu konuda pek cahil olduğumu sanıyordunuz değil mi? Dudaklarınızın kıyıcığına bir tebessüm yerleşti. Şimdi herhâlde sokak savaşlarından, mahalle savaşlarından, Saylonlulardan falan bahsedeceğimi düşünüyorsunuz. Belki de saçlarımı okşayıp Kadeş savaşını soracaksınız bana.

Hiç zahmet etmeyin. Alnınızı kırıştırıp benim anlayacağım kelime ve kavramları aramanız boşuna. Sıkmayın kendinizi. İsterseniz önce ben başlayayım. Size mesela Tralikopteni savaşından bahsedeyim. Büyük bir meydan savaşı idi bu. Ah… Dudağınızın kenarındaki gülücük genişlemeye başladı. Bak sen şuna. Hem de meydan savaşı. Ne sandınız ya. Lakin bu bildiğiniz meydanlardan değil. Yeryüzünde, yeraltında, gökyüzünde değil. Sizi şaşırtmaya devam ediyorum değil mi? Anlayışlı anlayışlı başınızı sallıyorsunuz. Vay canına diyorsunuz içinizden. İçinizden “peki nerde bu savaşın geçtiği meydan” diye soruyorsunuz. Kala kala bir uzay kaldı, uzay savaşlarından bahsedecek diye umutlanıyorsunuz. Tralikopteni savaşını ve benzeri pek çok korkunç savaşı gördüm ben. Yaşadım. Arkadaşlarımdan bazıları bu savaşta öldü, birçoğu da yaralanıp sakat kaldı.

İşte yine silahlarımı kuşandım.

Tahta tüfeğimi boynuma astım.

Gidiyorum.

Kardeşlerim oracıkta, kenarda duruyorlar. Yere çömelmiş oturuyorlar. Yüzlerinde gölgenin gizleyemediği hüznü görüyorsunuz değil mi? Onlar olup biteni bütün açıklığı ile biliyorlar ve vakur, mütevekkil beni uğurluyorlar..

Size esas duruşumu gösteriyorum.

Ellerim pantolon çizgilerinde, ayaklarım topukta bitişik. İsterseniz bir de selam çakayım.

Tüfeğimin ipi sıkıyor. Daha şimdiden omuz başlarında, incecik kaburgalarımın üzerinde pembe çizgiler oluştu. Bu çizgiler bir süre sonra morarmaya başlayacak.

Ellerim, dudaklarım ve yanaklarım moraracak. Annemin Çarşamba pazarından aldığı o eski püskü kazak barut lekeleri, şarapnel parçaları ile delik deşik olacak.

Bütün bunları göze aldım gidiyorum.

Ben gidiyorum ama sizin bilgiç gülümsemeniz devam ediyor. Siz bana, gidişime ve savaşa dair ne çok şey biliyorsunuz amca.

Siz her şeyi biliyorsunuz.

Bildiklerinizi kitaplara yazıyor, mekteplerde okutuyorsunuz.

Radyolar, televizyonlar, konferanslar, partiler, bankalar, ikili anlaşmalar, uçaklar, füzeler, kimyasal silahlar, bilgi teorileri, felsefeler.

Ben gideyim artık.

Siz savaşla ilgili ve bana dair skeçler yazın, teoriler üretin.

Senaryoları ihmal etmeyin.

İyi bir rol verin bana.

Nasıl öleceğimi ayrıntıları ile açıklayın.

Mustafa Kutlu

Kahin Satih

Peygamberimiz doğduğu zaman İranlı sasanilerin hükümdarı Nuşirevan’ın sarayında 14 adet pencere çıkması (balkon) yıkılmıştı. Sarayının sarsılıp balkonlarının yıkılmasına anlam veremeyen Nuşirevan, yakınlarıyla bu meseleyi konuşurken Stahr-âbâdda Mecusilerin taptığı, bin yıldır yanan ateşin söndüğü haberi geldi.

Yine bu sırada Sâve gölünün kuruduğu, aksine Semâve’nin taştığı haberleri de arka arkaya geldi. Hesap ettiklerinde hepsinin aynı zamanda meydana geldiği anlaşıldı.

Bunun üzerine Nuşirevân danışmanı Mübedan’ı çağırdı. Ona bu hadiseleri anlattı, bunun üzerine Mübedan’da aynı gece gördüğü bir rüyayı anlattı.

Mübedan rüyasında bir alay sert ve dikbaşlı devenin bir bölük arap atını peşine takarak Dicle nehrini geçip İran içlerine doğru dağıldığını görmüştü.

Nuşirevan bu rüyayı duyunca daha fazla telaşa kapıldı. “Acaba bu alametler ne ola?” diye sordu. Mübedan ne olduğunu tahmin edebiliyordu, “herhalde Arabistan’da bir büyük hadise meydana gelmiş olsa gerektir” diye cevap verdi.

Nuşirevan, kendisine bağlı bir arap hükümdar olan Numan bin Münzir’e derhal bir ferman gönderip “bana bir bilgin gönder” diye emretti. Numan da Abdülmesih isminde meşhur ve değerli bir bilgini ona gönderdi.

Abdülmesih doğru İran’ın başkenti Medayin’e gitti. Nuşirevan’ın huzuruna çıktı. Nuşirevan ona hadiseleri anlatıp tüm bunların ne anlama geldiğini sordu. Abdülmesih;
“Benim Şam’da yaşayan Satih isminde bir dayım vardır. Tüm bunların manasını ancak o bilebilir.” Dedi.

Bunun üzerine Nuşirevân:

“Haydi çabuk. Satih’in yanına git ve bana bunların cevabını getir.” Dedi

Abdülmesih Medayin’den çıkarak doğru Şam’a gitti.

O zamanlar Araplar içinde kâhin veya arrafe denilen bir takım bilgin kimseler vardı ki bunlar kainatın sırlarından bahsederler ve gelecek olaylardan haber verirlerdi. Bunların en meşhuru ve en itibarlısı da işte bu Satih ismindeki kimse idi.

Bu kişi, olağanüstü derecede yaşlı biriydi. Hatta Efendimiz’in ‘(sav) dedelerinden (tam 17 kuşak öncesi) Nizar vefat edince Mudar ve diğer oğulları arasında miras taksimini Satih’in yaptığı söylenir. Efendimizin atalarını sayacak olursak, Satih’in ne kadar yaşlı olduğu anlaşılır.

Peygamberimiz’in babası Abdullah, Onun babası Şeybe (Andülmuttalib) onun babası Haşim, onun babası Abdimenaf, onun babası Kusayy, onun babası Hakim, onun babası Mürre, onun babası Ka’b, onun babası Lüveyy, onun babası Fihr, onun babası Malik, onun babası Nadr, onun babası Kinane, onun babası Huzeyme, onun babası Müdrike, onun babası İlyas, onun babası Mudar, onun babası da Nizar’dı.. İşte Satih bu 17 kuşağı görmüş, yaşlılık konusunu abartmış bir insandı.

Esasen Yemen’li olup Şam tarafında bir manastıra yerleşip kalmıştı. Bedeninde hiç kemik yoktu. Şekil ve kıyafetçe benzeri görülmemiş, daima arka üstü yatan bir kimseydi. Bir yere götürüleceği zaman kendisini çuval gibi toplayıp hayvan üstüne yükletirlermiş. Velhasıl, insana benzemez, dilinden başka azası oynamaz acaib bir insan olup buna rağmen gayet güzel, düzgün fesih ve beliğ sözler söyler ve nice sonra meydana gelecek şeylerden bahsedermiş.
Biz mevzumuza gelelim.

Abdülmesih büyük bir süratle Satih’in bulunduğu Şam’a geldi. Yanına girip selam verdi ama Satih o anda ölüm döşeğindeydi. Gözleri artık kapanmış olup Abdülmesih’in selamını işitmiyor, bünya kelâmı kulağına gitmiyordu.

Onun bu hâli Abdülmesih’e çok dokundu. Satih’e tesir edecek, içli bir kaside söyledi..
“Acaba Yemen’in yücesi sağır mıdır? Yoksa işitmiyor mu? Yoksa ölüp gitti de bizleri de bütün bütün üzüntüde mi bıraktı?

Ey faziletli büyüğüm, ve ey müşküllerin halledicisi!

Yeğenin, bütün bilginlerin aciz kaldığı büyük işleri senden sorup öğrenmek ister…”

Bunun üzerine Satih gözlerini açtı ve dedi ki:

“Abdülmesih süratle Satih’e geldi. Satih ise kabre girmek üzere. Seni Sasani hükümdarı gönderdi. Sarayının sarsılması ve ateşin sönmesi nedendir diye soruyor. Ve Mübedan’ın gördüğü rüyanın tabirini istiyor. Mübedan rüyasında dik başlı develer, yağız atlar gördü.

Ey Abdülmesih, öyle bir zaman gelecek ki okumak çoğalacak, asa sahibi meydana çıkacak. İran’ın ateşi sönecek, Semâve vadisi taşacak, Sâve gölü kuruyacak. O zaman Şam, Satih için artık Şam değildir. Sasanilerden, yıkılan kolon sayısınca (14 tane) hükümdar gelir ve ondan sonra olacak olur…” bunu söyleyip vefat etti.

Abdülmesih İran’a döndü, ve Satih’in söylediklerini bir bir anlattı.

Nuşirevân, kendi iktidarı döneminde bir şey olacağından endişe ediyordu. Bu cevap onu memnun etti. “Bizden sonra 14 hükümdar gelip geçinceye kadar neler olur..” dedi..

Gerçekten de normal şartlarda 14 hükümdarın gelip geçmesi yüzlerce yıl sürerdi. Belki yarım bin yıl.. Ama onların düşündüğü gibi olmadı. Nuşirevan’dan sonra Sasaniler bir karışıklık dönemi geçirdi ve 4 sene içinde 10 tane hükümdar gelip geçti. Son olarak Hz. Osman döneminde, yani 70 küsür yıl sonra Yezdücürd’ün hükümdarlığı döneminde İran, Arapların eline geçti.

Dinci değil Ciddi Gazete

Esselamu Aleykum.

Zaman gazetesi 700 bin satıyormuş diyenlere diyorum ki milyon satsanız ne ifade edecek.Herşeyden önemlisi Müslüman onuru ile durabilmek önemli olan.Zaman zaman, zaman gazetesine bakıyorum ve her bakmam da ne zaman(?)diyorum.Mesela geçen hafta baktığımda 3 yazı çok dikkatimi çekti.Birincisi "Dinci değil Ciddi Gazete" başlıklı yazı idi. Dinci bir gazete görünümünden çıkıp ciddi olduğunuzun anlaşılmasını yazarınız Avrupa Birliğine verilen desteklerden dolayı olduğunu iddia ediyordu. Avrupa Birliğine destek vermeyenler ise ciddiyetsiz addediliyor. Burada başka çelişkilerde söz konusu.Son sayfada ki haberiniz ise kanımı donduracak cinstendi. Anzaklardan dünyaya barış mesajı. Peki neyin mesajıydı bu? Sadece anzaklar değil sizin nezdinizde tüm Ab ve diğer din düşmanları barış mesajı vermekle beraber Din kardeşlerimizin kanını akıtmıyorlar mı? Neden bu kokuşmuş medeniyetin değerlerini saf insanlarımıza enjekte edıyorsunuz? Anzakların o günün şartlarında bu ülkede ne işleri vardı? Bunları siz okumuş bir aydın olarak bizden daha iyi bilmelisiniz. Nerede kalıyor hassasiyetlerimiz? Bu adamların eline yarın fırsat geçse yine aynısını yapacaklarını biliyor olduğunuz halde neden Müslüman millete bunları yediriyorsunuz?Simon Peres'in Meclisden bir Müslüman ülkeye hain demesini nasıl görmezden gelerek barış ve dostluk mesajlarını verdiğini yazabiliyorsunuz? Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanı olması sürecinde ne kadar da emek harcadınız değil mi? Peki Abdullah Gül'ün Filistin için söylediklerini gazetenizi okuyan Müslümana neden göstermediniz de sakladınız? Ertesi günü İstanbulda yapılan Filistin proğramını 700 bin insana duyurmak için neden çaba harcamadınız? Nerede Müslümanca düşünme? Müslümanları ne hale getirdi sizin gibi medya organları. Birgün elbette hesap sorulma zamanı gelecek. O zaman herkes kendisi ile başbaşa olacak. Ben ve benim gibi insanların elleri yakanızda olacak unutmayınız.Şöyle bağlayalım;Cumhurbaşkanının diğer ilginç cümlesi şu sözlerle bitiyor: "Türkiye, İsrail'in maruz kaldığı terör saldırılarını her zaman şiddetle kınıyor" Türkiye'nin dış politikasının sıcak gelişmelere tanıklık ettiği böyle bir dönemde bu cümlenin satır arasında hangi gerçek var? PKK'ya karşı Filistin'i gözden çıkarma mı bu? PKK ile HAMAS'ı aynı çizgide göstermeye çalışıyorlar. İsrail hangi terör saldırısına maruz kalmış? 14 yaşındaki çocukların cılız kollarıyla attıkları taşlara mı terör diyorsunuz? Yoksa ülkesini savunmak isteyenlerin, ellerine aldıkları ve menzili 600 metreyi geçmeyen tüfeklerden bahsederken mi terörü kastediyorsunuz? İsrail'e diyet ödeyenlerin geliştirdiği bu mantık, İstiklal Harbinin önde gelen bütün isimlerini terörist yapar. Ülkesini savunmaya çalışan, topraklarını azılı katillere karşı müdafaa eden herkesi terör suçlusu yapar.Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanı seçilmesini büyük beyaz puntolarla haykıran İslamcı gazeteler, dergiler, televizyonlar, radyolar, haber siteleri… Halife Ömer'le Gül arasında kıyaslama yapan yaşlı, sakallı amcalar… "Çankaya'da başörtüsü" çığlığıyla, ülke güzelleşiyor yalanını savuran badem bıyıklı adamlar, tüm amfibik cemaatler… Şimon Peres, yeni bir şey öğretmiş olmalı size, bu milletin onuru olan, kalbi olan, namusu olan meclis kürsüsünden; "Türkiye İslam'ın onurunu koruyor ama İran onu terörizme götürüyor"

Yazan: Mehmet Bilal

Cumhurbaşkanı A. Gül ve eşinin tevazusu

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, bize çok benzeyen bir insan. İçimizden biri. Hanımı başörtülü, kendisi de namaz kılıyor. Karı-koca, köşke taşındıktan sonra halka daha iyi hizmet edebilmek için cumhurbaşkanlığı bütçesini kullanarak Çankaya köşküne tadilat yapmak istemişler. Söylendiğine göre Çankaya Köşkü’nün (dikkat edin Fadime nine’nin köydeki evi değil, Çankaya köşkü) mermerleri eskiymiş, kötü bir görünüm arzediyormuş. Bu yüzden meclis cumhurbaşkanlığı bütçesini %60 artırmış…

Bu bana çok tuhaf geldi açıkçası. Neticede önceki 7 buçuk sene boyunca, köşkteki mutfak maaşlarını kendi maaşından karşılayan, lambaların yarısını tasarrfu için söktüren, personel sayısını azaltan (şu an bile köşkte çalışan kişi sayısının 300 olduğunu duymuştum) cumhurbaşkanlığı bütçesinin büyük bölümünü iade eden, hastaneye sivil araçla gidip muayene olmak için sıraya giren, milletvekili maaşlarının artmasına karşı çıkan, şahsî ziyaretleri için şehir dışına çıktığında benzin parasını cebinden ödeyen, oğlunun düğününü yaptığı Çankaya’nın masraflarını karşılayan ve elektrik sayaçlarını okutarak bedelini yatıran, hiç tatil yapmayan, cumhurbaşkanlığının Florya ve göcek’teki tatil köşklerini hiç kullanmayan… Bir cumhurbaşkanına alışmıştık. İçimizden biri olan Abdullah Gül’ün tevazu ve sadelikte ondan daha ileri gideceğini sanıyorduk. Ama arada görgü farkı varmış.

Gerçek bir buluşma olan namaz...


Büyütülmüş hâlini görebilmek için üzerine tıklamalısınız...

Prenatal (doğum öncesi) Hayat

Andolsun ki, Biz insanı süzülmüş bir çamurdan yarattık.

Sonra onu, oturaklı bir karargahta (kadın rahminde) bir nutfe (sperm hücresi) yaptık.

Sonra o damlayı bir pıhtıya (embriyo) dönüştürdük, bu pıhtıyı bir et parçacığına dönüştürdük, bu et parçacığını bir takım kemiklere çevirdik,derken bu kemiklere bir et giydirdik; sonra ona bambaşka bir yaratık olarak hayat verdik. Bak, yaratanlarımn en güzeli Allah'ın şanı ne yücedir... (Müminun 12-14)



7. hafta



8. hafta



12. hafta



14. hafta



16. hafta

Gözyaşlarımın bak farkı var mı çağlayanlardan...

Henüz fast-food aşkların türemediği dönemlerden...


Çözülme zülfüne ey dil-rübâ dil bağlayanlardan
Kaçınma âteş-i aşkınla bağrın dağlayanlardan
Düşer mi ictinâb etmek senin için ağlayanlardan
Sirişk-i çeşmimin bak farkı var mı çağlayanlardan

Gelüb vakt-i bahar âlem saf â-yı gül-şen ettikçe
Nevâ-yı bülbülü gûş-i gül-i ra'nâ işittikçe
Uyub ahbâba sen de seyr-i Sa'd-âbâd'a gittikçe
Sirişk-i çeşmimin bak farkı var mı çağlayanlardan

Senin bir reng-i zîbân var ki gül-berg-i izârında
Bulunmaz gül-sitân-ı âlemin bâğ-ı baharında
Otur ihrama ârâm et biraz havzın kenarında
Sirişk-i çeşmimin bak farkı var mı çağlayanlardan

Hevâ-yı perçeminle başka bir hâlet olur serde
Yeni başdan misâl-i Vâsıf uğratdın beni derde
Gamınla gerçi çokdan ağlarım amma bugünlerde
Sirişk-i çeşmimin bak farkı var mı çağlayanlardan

Zülfüne kalplerini bağlayan insanlardan çözülme (uzaklaşma) ey gönül alan sevgili. Aşkının ateşiyle bağrını dağlayanlardan kaçma. Senin için ağlayanlardan uzaklaşmak sana yakışır mı? Gözyaşlarımın bak farkı var mı çağlayanlardan?


Bahar vakti gelip, herkes gül bahçesinde sefa sürdükçe, bülbüllerin nağmesini hoş güllerin kulları işittikçe, dostlarla birlikte sen de Sadabad’a* gittikçe, gözyaşlarımın bak farkı var mı çağlayanlardan…


Senin öyle süslü bir rengin var gül yaprağı yanağında. Ki bulunmaz dünyanın hiçbir gül bahçesinde, baharında, bağında.. Giyip çarfaşını otur, eğlen biraz suyun kenarında. Gözyaşlarımın bak farkı var mı çağlayanlardan..


Perçeminin arzusuyla insan bambaşka bir hâle bürünür. Yine Vasıf gibi uğrattın beni derde.. Gamınla gerçi çoktan beri ağlarım ama bugünlerde gözyaşlarımın bak farkı var mı çağlayanlardan…


Sadabad, Kağıthane deresinden Haliç'e uzanan yerlere deniyor. Eskiden orası müthiş bir manzara ve yeşillik mekânı imiş, haftasonları bütün şehir oraya gezmeye, pikniğe gidermiş.

Annemin şahsında Anadolu insanı :)

Anadolu'dan Almanya'ya çalışmaya giden ilk Türklerin, 4. kattaki evlerinde inek beslediğini duymuştum. Bu bilgi ne kadar doğru bilemiyorum ama ateş olmayan yerden duman çıkmaz.

Biz ailece Reyhanlı'dan (Hatay'ın ilçesi) İstanbul'a geldiğimizde koyun, keçi getirecek kadar abartmadık meseleyi ama 40 yıllık adetlerimizden, söylemlerimizden de bir anda vazgeçemedik elbette.. Annemin ömrünün ilk 50, babamınsa 60 yılını verdiği Reyhanlı tabi ki bizim "doğal yaşama alanımız"dı.. Biz çayırda ötüşen bülbüllerdik, bizi getirip taşı toprağı altın İstanbul kafesine koydular.

Birkaç önemsiz istisna dışında hiç memleketinden çıkmayan annem için, dünya Reyhanlı'dan ibaretti, zaten ilkokula bile gitmemişti ki coğrafi bilgisi olsun, hiç olmazsa atlaslarda denizaşırı ülkelerin 1/bilmemkaç milyon ölçekli haritalarını görüp varlığından haberdar olsun..

Neyse, mukaddimeyi uzatmayıp hatırayı nakledelim..

Önceden (5-6 sene kadar önceden) "Ekmek Teknesi" isminde bir tv dizisi vardı. Bizim ailece izlediğimiz programlardan birisiydi.

Dizinin bir bölümünde fırıncının kızı ile çekik gözlü (çinli) bir adam arasında aşk ilişkisi hasıl olmuştu. Müslüman anadolu kadınlarına mahsus namus mefhumuna ziyadesiyle sahip olan annem Türk kızının ağyâre yâr demesinden fazlaca rahatsız olmuş olacak ki;

"Şu soytarıya bakın, sanki Reyhanlı'da adam kalmadı da gidip kendine çinli buldu sürpüntü..." dedi..

Dindarlar ve dinciler

Ben fazla zeki bir insan değilim, bu yüzden bazı şeyleri ilk söylendiğinde anlamayabiliyorum..

Dindar ve dinci arasındaki farkı da ilk açıklandığında anlamamıştım.. Dindar kelimesi farsça -dar ekinin din'e eklenmesiyle oluşuyor ve dinî kaideleri uygulayan, ibadet vs. vecibelerini yerine getiren anlamına geliyor. Bu farsça eki kolayca anlayabiliyorum.

Türkçedeki -ci,-cı ekini de tanıyorum ama bu ek din kelimesine geldiğinde benim hiç anlayamadığım, bambaşka bir anlam kazanıyor.

Normalde din arapça yol demek, bu durumda dincinin de yolcu gibi bir anlam taşıması gerek. Son derece güzel ve zararsız bir anlam bana göre. Ama durum böyle değilmiş, bunu üniversite okurken anladım.

Fakültede 1. sınıfı okurken, kendini ülkücü (ülkü değil, ülkücü :) olarak tanımlayan bir arkadaşım dedi ki;

"Bak kardeşim, bi dindar vardır, bi dinci vardır"

"Nasıl yani? Ne fark var?"

"Dindar adam samimi olur, namaz kılar, oruç tutar. Dinci ise dini gösteriş ve kendi çıkarları için kullanır."

"Sen nesin peki?"

"Ben dindarım.."

"Ama namaz kılmıyosun, hatta geçen yılbaşında babanla birlikte içki içtiğini söylemiştin"

"Evet, ne olmuş"

"Demek ki sen de dincisin" :)

Türk Müziğinin Üstünlüğü

Bildiğiniz üzre 600 yılı aşkın bir geçmişi olan Türk müziği bir takım ard niyetli kişilerce sürekli olumsuz lanse edilmiştir. Hatta efsane şef İsmet İnönü döneminde güya terakkiye (ilerlemeye) mani olan yegane unsur olarak vasıflandırılıp milli eğitim mekteplerinde türk müziği tedrisi yasaklanmıştı.

Hâlbuki bunlar tamamen kasıtlı ve şuursuzca yalanlardır. Klasik Türk müziği manevi doygunluğun hazzını yaşamış insanların müziğidir, gerçek aşk ve muhabbete ermeye en fazla meyilli ruhlar taşıyan Arap, Fars, Türk ve Kürt milletlerinin bir sentezidir. Türk müziği her bakımdan eşsizdir, ona laf atan haddini bilmezler evvela kendi nasipsizliklerini farkedip ya geride bıraktıkları manasız ve kişiliksiz günlerini gözden geçirmeli ya da susmalıdırlar.

Bu insanlar milletimizin aslî değerlerinden uzak, batı modernizmi önünde küçüldükçe küçülmüş, aşağılık kompleksi grafikleri pik yapmış insanlardır. Daima Türk müziğinin tek sesli (monofonik) batı müziğinin ise çok sesli (polifonik) olduğunu söylerler. Ancak bunun bir eziklik değil üstünlük alâmeti olduğunu idraktan uzaktırlar.

Hakikaten Türk müziği tek enstrümanla dahi terennüme müsaittir, bu da onu eşsiz yapan özelliklerden biridir. İnsanın ruhunu okşar, tahayyüle açıktır ve sükûnet içinde dinlendiğinde asla bıkkınlık hissi uyandırmaz.

Örnek olarak İnci Çayırlı'dan sözleri Ümit Yaşar'a, bestesi Münir Nurettin Selçuk'a ait olan bir eseri dinleyelim. (: